Sitemizi Facebook'ta Beğenmek İster misiniz?

23 Haziran 2011 Perşembe

Hatırat - 9. Bölüm


Kabul merasimi muhteşem oldu. Divan-ı Hümayun, merasimlere mahsus şekilde toplanmıştı. Bütün vezirler hazırdı. Padişahın iki yanına dizilmişlerdi. Yalnız Halep’te bulunan Vezir-i azam Damat İbrahim Paşa yoktu. 68 gün önce, İran seferine çıkmak üzere İstanbul’dan ayrılmış.

Cihan’ın Hakanı, getirdiğim acizane hediyelere teşekkür etmek tenezzülünde bulundu. Bana ve reislerime muhteşem hıl’atler giydirildi. Bu yaşa geldim, bugünkü kadar sevindiğimi hatırlamam. Padişahımız efendimiz:

“Baka Paşa, dedi; “seni kapdan-ı derya yapmak isterim. Göreyim donanmay-ı hümayunumu nasıl idare eder; ne zaferler kazandırırsın! Cezayir beylerbeyliğini de senden almıyorum. Dilediğin kimseyi vekil yap, Cezayir’i senin adına idare etsin! Ancak bütün bu işleri Halep’te bulunan vezir-i azamım İbrahim Paşa ile görüşmek gerek. Tez ata atla, Halep’e git. Avdette gene görüşürüz!”

Merasimden sonra tek başıma Süleyman Han’la görüştüm. İspanya’nın Batı Akdeniz’de vurulmasını irade buyurdu. Bir ara Doria’dan bahsedince nefsimi zaptedemedim:
“Padişahım, dedim; “Doria ne köpek olur da mübarek ağzınıza alırsız?”

Birden yaptığım terbiyesizliği anladım ve çok mahcup oldum. Cihan Padişahı’na karşı böyle konuşulamazdı. Çok nazik olan Süleyman Han, tebessüm etti ve kusuruma bakmadığını ima buyurdu. Rahatladım. Huzurdan çıktım. Birkaç gün İstanbul’da kaldım. Çok yürük bir ata atladım. 10 günde Halep’e geldim. Söylendiğine göre şimdiye kadar İstanbul – Halep yolunu kış içinde 10 günde alan süvari işitilmemiş. Yalnız Bursa ve Konya’da birer gece geçirdim. Diğer geceler, çok yorulunca atımdan inip münasip bir yerde bir-iki saat uyur, kalkardım. Konya’ya vardığımda Mevlana Celaleddin Rumi Hazretleri’nin mübarek makamlarını ziyaret ettim. 10 günün hitamında Halep’e geldim. Vezir-i azam Damat İbrahim Paşa’nın kaldığı saraya indim. Paşa, padişahımızla akran, 40 yaşlarında, zarif, nazik, çok zeki bir adamdı. Halep’te kaldığım 2 gün boyunca kendisiyle Avrupa’nın siyasi vaziyetini ve Donanmay-ı Hümayun’un harekatını konuştuk. Elime kapdan-ı derya olduğum hakkında bir ferman verdi; sırtıma bir hıl’at giydirip beni selametledi.

Gene 10 günde Halep’ten İstanbul’a geldim. Dünyanın en büyük donanmasının başına geçtiğim için sonsuz bir sevinç içindeydim. Bu öyle bir donanmaydı ki, cümle Frengistan’ın donanmaları birleşse alt etmek kaabil olmazdı.

DÜNYANIN EN BÜYÜK DONANMASI
Derhal İstanbul Tersanesi’ne koştum. Devletin birçok liman şehrinde tersanesi vardı. Ama büyüğü, Haliç üzerindeki tersaneydi. Bu tersanenin dünyada eşi yoktu. Hiç bir tersane burası kadar gemi kızaklayamaz, işçi çalıştıramazdı. Akla gelebilecek her türlü sanat erbabı mevcuttu. İşçilerin çoğu Hristiyan esirlerdi. Ama bedava değil, ücretle çalıştırılırlardı. Ücretlerini biriktirenler değerlerini öderler, hür olur, memleketlerine dönerlerdi. Ustaların ve mühendislerin hepsi Türk’tü. Tersanede çalışanların sayısı 20000′den az değildi. Murad edilse, bir yıl içinde, Venedik donanmasının bir eşini inşa etmek ve donatmak mümkündü. Gerçi İstanbul Tersanesi’nin şöhreti dünyayı tutmuştur. Venedik kafiri bile, hakanımızla sulh içinde olduğu demlerde bu tersaneye kadırga ısmarlardı. Ancak gözle görüp içine girmedikçe, azametinin derecesini takdir edememiştim. Böyle bir tersane, bu kadar zengin bir devletle her şey yapmak ve Allah’ın izniyle başarmak mümkündü.

İbrahim Paşa’ya, henüz keşfedilen Yeni Dünya (Amerika)’ya sefer düzenlesek istifade edeceğimizi de söyledim. Fakat uzak denizlerle işimiz olmadığını, Akdeniz’i ve Hind denizlerini tutmamızın kafi olduğu cevabını verdi, müsaade etmedi.

Bir yandan Tersane’deki yeni makamımda donanmanın düzeni, yeni tekneler donatımıyla uğraşırken, bir yandan da İstanbul’u geziyordum. Bütün padişah ve şehzade türbelerini ziyaret ettim; Osmanoğulları’nın mübarek ruhlarına fatihalar okudum. Her gördüğüm yerde ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını giderdim. Anlaşılan şöhretimiz, bizden evvel İstanbul’a gelmiş. Beni her yerde tanıyorlar, Akdeniz’deki, Afrika’daki cenklerimi biliyorlardı. İstanbullular beni çok seviyorlardı. Ben de onları çok sevdim. Gezmediğim az ülke vardır. Boğaz gibi bir beldeye rastlamadım. Sanki her köşesi Cennet’ten nişan verirdi. İnşallah Boğaz’ın Marmara’ya yakın bir yerinde arsa alıp türbemi derya kenarına yaptıracağım.

Kapdan-ı derya olmamın Avrupa’da da tesirleri büyük oldu. Bilhassa Karlos Kral çok telaşlandı. Bahar gelince, Donanmay-ı Hümayun’dan 80 parça ile İstanbul’dan ayrıldım. Messina Boğazı’na geldim. Boğaz’ın İtalya olan kıyısında Reggio, Sicilya adası olan kıyısında Messina limanları vardı. Her ikisini de zaptettim. 16000 esiri teknelerime doldurdum. Esir sayısı, donanma efradının sayısını aştı. Bu seferimde tam 18 kale fethettim. 18 kale anahtarını, 16000 esiri ve 425 büyük sandık ganimet eşyasını 40 parça kadırgayla İstanbul’a gönderdim. Ben 40 parça kadırga ile daha bir müddet Akdeniz’de kaldım.

Hakanım benden memnundu, Vezir-i azam Damat İbrahim Paşa da memnundu. Ancak bazı haddini bilmez kıskanç devlet adamları:
“Şevketlü Hakanımız’ın şu işine bakın, bir korsanı kapdan-ı derya eyledi!” deyü dedikodu yapmaktan utanmazlardı. Bu dedikoduyu yapanların çoğu, hayatlarında bir kale fethetmemiş, bir kayık ele geçirmemiş kimselerdi. Ancak Sultan Süleyman Han Hazretleri, her yıl, her ay, her gün bana daha fazla iltifat etmeye başlayınca, zamanla bu dedikoduların da ardı kesildi. Haset edenlerin hasetleri içlerinde kaldı, dışarıya çıkamadı.

Kapdan-ı derya olarak çıktığım ilk seferde Sicilya’dan sonra Sardunya’ya, oradan Cezayir’e ve Tunus’a gittim. Tunus Beyi’nin aklı başından gidip taht şehrini bıraktı, çöllere kaçtı. Tunus şehrine girdim. Bütün ülkeyi fethettim. Güneyde Kayrevan şehrine geldim. Tekrar Tunus şehrine döndüm. Tunus Beyi, asırlardan beri ülkeye ve bir ara bütün Kuzey Afrika’ya hakim olan Hafsi hanedanındandı. Hemen Karlos Kral’dan imdat diledi.

Kral Karlos’un Tunus’a geleceğini haber aldım. Hazırlandım. O kış içinde bazı gemilerimi de Batı Akdeniz’deki İspanyol ülkelerini vurmaya gönderdim. Sardunya kıyılarına yolladığım bir filo, 12000 duka altını, 475 seçkin esir ve başka ganimetle döndü. Nihayet Kral Karlos’un bizzat başında bulunduğu büyük bir donanma Tunus önlerinde göründü. Donanmada, Kral Karlos’un hakim olduğu bütün ülkelerden, İspanya’dan, Almanya’dan, İtalya’dan, Hollanda’dan on binlerce asker vardı.

Kral Karlos, 500 harp ve nakliye gemisiyle Barselona limanından 17 günde Tunus’a geldi. Tunus şehrini almak için, Halkulvad kalesini düşürmek lazımdı. Kaleyi en iyi reislerimden Sinan Reis müdafaa edecekti. Muhasara başladı. Kafir ordusuna bizzat Karlos Kral, donanmasına da Andrea Doria kumanda ediyordu. Sinan Reis’in 120 topu, düşmanın yüzlerce kara ve deniz topu vardı. Reis, 3 defa kaleden düşman üzerine huruç hareketi yaptı ve 6000 zayiat verdirdi. Ben Tunus’ta bulunuyor ve Tunus beyi Mevlay Hasan’a karşı dikkatli davranıyordum. 12000 askerim vardı. Fakat bunların yarısı, askerlik kaidelerine göre savaşmayı bilmeyen Arap gönüllüleriydi ve başları sıkışınca kaçmaları, hatta düşmanla birleşmeleri görülmemiş işlerden değildi. Bütün ümidim Halkulvad’in mümkün olduğu kadar fazla dayanmasındaydı. Zira İstanbul’a haber uçurmuş, Donanmay-ı Hümayun’a derhal yetişmesi emrini vermiştim. Donanmam yetişirse, Kral Karlos iki ateş arasında kalıp perişan olacaktı.

O da bunu biliyor, bir an önce Halkulvad’i düşürmek için en büyük zayiatı göze alıyordu. Halkulvad, tam bir ay dayandı. Avrupa’nın en büyük ordusuna karşı bu kadar mukavemet edebilmek bile, büyük muvaffakiyetti. Sinan Reis, huruç hareketlerinde Sarno Dukası ve Mondeia Markisi gibi en namlı İspanyol kumandanlarını öldürmüştü. Mevlay Hasan da, 1600 atlı ve 8000 deve yükü erzak ve mühimmatla üzerime geliyordu. İki ateş arasında kalmak üzereydim. Halkulvad’in düşmesinin gün meselesi olduğu anlaşılınca Tunus şehri halkında da ayaklanma emareleri görüldü.

Tahmin ettiğim gibi, emrimdeki 6000 Arap gönüllüsü öyle zararlı bir hareketle ihanet ettiler ki, bir an önce güneye çekilmek vacip oldu. Bu sözde gönüllüler, Kral Karlos’a yaranmak için, ben 6000 Türk levendiyle surların önündeyken, şehrin hapishanelerini açıp, 10000 Hristiyan esirini serbest bıraktılar. İçlerinde Türkler’i seven, böyle bir alçaklığı irtikap etmeyecek derecede dinine bağlı kimseler vardı. Fakat sözde hükümdarları Mevlay Hasan tarafından kandırılmışlardı. Mevlay Hasan’ın casusları, Tunus şehrinde havayı bulandırıyor, İspanyollar’ın ülkeyi Türkler’den kurtarmak için Tunus’a geldiklerini, hükümdarlarının Karlos Kral’la müttefik olduğunu ağızdan ağza yayıyorlar, İspanyollar’ı şehre alırlarsa, bir tek Müslüman’ın burnunun kanamayacağını söylüyorlardı. Öyle bir an geldi ki, bu düşman muhit içinde, bir yandan şehirdeki 10000 Hristiyan esirin muhafazası, diğer taraftan kafirlerle savaşmak, imkansız göründü. Tam bu sırada Halkulvad kalesi de düştü.

Fakat Sinan Reis, sağ kalan leventleriyle beraber kurtulup Tunus şehrine geldi, bana katıldı. İhtiyar reisimin bu başarısı, her türlü takdirin üzerindeydi. Ben bile nispetsiz düşman karşısında reisimin ve leventlerin hayatından ümit kesmiştim. Halkulvad’in düşmesinden sonra daha 6 gün Tunus şehrini müdafaa ettim ve düşmana büyük zayiat verdirdim. Sinan Reis’in Halkulvad’den getirdiği leventlerle beraber kuvvetim 9700 Türk’e çıkmıştı. Bu kuvvetle, Karlos’un 30000 askerine, 500 gemisine, yüzlerce topuna, güneyden üzerimize yürüyen Mevlay Hasan’a karşı koymak imkansızdı. Üstelik Halkulvad’deki 40 topumuz ve mühim miktarda malzememiz de düşmanın eline geçmişti. Mevlay Hasan, Karlos’un ordugahına gelmiş, kafir kralının ayaklarını öpmüştü. Onun sayesinde büyük Arap kuvvetleri de aleyhimizde toplanmaya başlamıştı. İlk büyük vuruşmada 2500 şehit verdim. Geri kalan 7200 kişiyle artık mukavemet edilemezdi. Yazın tam ortasındaydık(*). Hava dehşetli sıcaktı.

Son bir huruç hareketi yaptım. Dönüşte Tunus halkı, şehrin kapılarını yüzümüze kapadı. Esasen Cafer adında yeni Müslüman olmuş bir kafir, zindan kapılarını açıp Hristiyan esirleri şehre salmış, bunlar Tunus’a hakim olmuşlardı.

(*) 21 Temmuz 1535

Korkunç bir yarma taarruzu yaptım. Yer ve gök «Allah Allah» sedalarından inledi. Leventlerimin naraları bulutlara aksedip geri dönüyor, düşmanın yüreğini titretiyordu. Ekserisi Maraşlı olan leventlerimin birkaç bini şehit düştü. Yüce Allah bilir, ben de onların arasında olmak isterdim. Canımı kurtardığıma şu bakımdan memnun oldum ki, Avrupa’nın büyük asilzadeleri arasında sırf beni zincirlere vurulmuş görmek için Tunus’a kadar zahmet edip gelenler vardı. Onların bu hevesleri kursaklarında kaldı. Ben de Allah’ın hayatımı bağışlamasına şükran olmak üzere elbette bunca Müslüman’ın öcünü Karlos Kral’ın yanına koymayacaktım. Yanımda Aydın ve Sinan Reisler’le birkaç bin yaralı levent kalmış, fakat düşmanın saf saf hatları yarılmıştı. Tunus Körfezi’ni baştan başa dolaştım. Sicilya’nın güneybatısına bakan Beledu’l-Unnab Burnu’na geldim. Burada 14 kadırgam beni bekliyordu. Tam bu sıralarda Aydın Reis, boğularak şehit oldu.

Türk milletinin şimdiye kadar yetiştirdiği en büyük denizcilerden olan merhum, Kemal Reis’in yanında yetişmiş, ağamın, sonra benim yanımda, bütün Avrupa’ya yayılan büyük bir şöhrete erişmişti. Allah makamını Cennet eylesin!

TUNUS’TAKİ HAÇLI VAHŞETİ
Tunus şehri, Afrika’nın en büyük birkaç beldesinden biriydi. Haçlılar, bu büyük Müslüman şehrine girdiler. 30000 Arap’ı boğazladılar. 10000 kadın ve çocuğu esir aldılar. Camiler, medreseler, türbeler tahrip edildi. Saraylar yağmalandı. Kütüphanelerdeki on binlerce yazma kitap yakıldı. En nadir sanat eserleri yok oldu. Beni ve reislerimi ele geçirememenin hıncını kafirler, zavallı Müslüman ahaliden çıkardılar. Bilhassa İspanyollar, şenaatte pek ileri gittiler. 72 saatlik bir yağma ve katliamdan sonra Kral Karlos, harabe ve mezbaha haline gelmiş olan zavallı şehre girdi. Atının ayakları, sokaklardan dere gibi akan kanla kıpkırmızı kesildi.

Bu suretle Tunus şehri ile çevresi, Hafsiler’in, gerçekte İspanyollar’ın eline geçti. Ülkenin güneyi ve bütün doğu kıyıları gene bizdeydi. Tunus şehrindeki bu hakimiyetimiz on bir ay sürmüştü. Fakat elbet gene buraya gelecektik. Tunus’tan Cezayir’e geldim. 32 parça gemiyle Cezayir’den ayrıldım. Balear Adaları’na vardım. Mayorka ve Minorka’yı yağmaladım. Mahon ve Palma limanlarından 5500 esir topladım. Sonra Sebte Boğazı’ndan Okyanus’a çıktım. İspanya ile Portekiz arasındaki Kadiz Körfezi’nde dolaştım. Portekiz’in güneyindeki Faro limanını tahrip ettim.

Faro önlerinde büyük bir Portekiz gemisi ele geçirdik. 76 topu, 300 tayfası, yüzlerce forsası vardı. Hindistan’dan geliyor, çok değerli Hind mallarından başka 36000 altın taşıyordu. Tekne o kadar büyük ve güzeldi ki, batırmaya kıyamadım. Yedeğimde Cezayir’e getirdim. Cezayir’de fazla kalmadım. İstanbul’a varıp Cihan Hakanı’nın huzuruna çıktım. Sultan Süleyman Han Hazretleri, beni hususi bir mecliste, yalnız başlarına kabul buyurdular. Bütün seferin hikayesini anlattım. Bir inci tesbih, bir pırlanta mühür, bir mücevherli altın saat, üç değerli kuştan ibaret hediyelerimi kabul buyurdular. Bu hediyelerin değeri 12000 kese akça idi. Sonra vezirleri ziyaret ettim. Onlara da hediyeler verdim. Ganimet malından Hazine’nin hissesi olan beşte biri teslim ettim. Tersane’ye geldim. Makamıma oturdum. Gıyabımda geçen işler hakkında malumat aldım. Tersane Başmühendisi’ni çağırdım. Yeniden 30 kadırgayı tezgahlamaya başlamasını emrettim. Bu defa Cihan Hakanı ile beraber sefere çıkacaktım.

Ben Donanmay-ı Hümayun’un başında hareket ettim. Sultan Süleyman, ordunun başında karadan Adriya Denizi kıyılarına geldi.

Sefer Venedik ve İspanya üzerineydi. Hakanımızın muradı, Venedik’ten Korfu adasını, İspanya’dan, İtalya’nın güneydoğusundaki Otranto limanını almaktı. Adriya Denizi’ne girince Venedik donanmasından büyük bir parça gördüm. Hemen taarruza geçip düşmanın 14 kadırgasını batırdım. 16 kadırgayı zapt ettim. Gerisi kaçtı. Vezirler ve beylerbeyiler, baştardama gelip bu büyük zaferi tebrik ettiler. Padişah ve ordu karadan, ben denizden donanmayla İstanbul’a döndük. Ertesi yıl Ege Denizi’ne çıktım. Hakanımız, Boğdan’a gitmek üzere İstanbul’dan ayrılmışlardı. Bu defa Ege Denizi’nde Venedik kafirinin elinde kalan son adaları, Kerpe ve Kaşot’u feth edecek ve Girit kıyılarını yakıp Venedik’i sulha zorlayacaktım. Fakat her şeyden önce, Mısır İskenderiyesi’nden gelen Salih Reis’in filosunu, Doria’ya karşı himaye etmek emrini almıştım.

Salih Reis, Mısır’dan “Hind Hazinesi”ni getiriyordu. Bu hazine, büyük Hind hükümdarlarından Gucarat şahı tarafından İstanbul’a yollanıyordu. Bahadır Şah, Hind denizlerini Portekizliler’den temizlemek için bizden imdat istemiş, ben İstanbul’dan ayrıldıktan 6 gün sonra ve hakanımız sefere çıkmadan 25 gün önce Mısır beylerbeyisi Vezir Süleyman Paşa da, büyük bir donanmayla Hindistan seferine çıkmak üzere Süveyş’ten ayrılmıştı. Andrea Doria, benden sonra en çok Salih Reis’e kin beslerdi. Akıl almaz cüreti, görülmemiş zekası, denizcilikteki büyük dehasıyla Salih, bütün kafir hükümdar ve amirallerini yıldırmıştı. Şimdi çok büyük bir hazineyi de İstanbul’a taşıdığı duyulduğu için Doria, büyük donanmasıyla Salih’in filosunu yakalamak, bir taşla iki kuş vurmak istiyordu.

Ancak Doria, 40 kadırgayla Salih’le birleşmek üzere olduğumu öğrenince, başını belaya sokmaktan vazgeçip, adeti olduğu üzere Akdeniz’in bir bucağına kaçtı.

Venedikliler’den 28 ada ve 7 kale fethettikten, her birine muhafız koyup devlete kattıktan sonra, Ağrıboz’a geldim. 20000 esir almıştım, bunları İstanbul’a yolladım. Burada, hemen bütün Avrupa donanmalarının Andrea Doria’nın idaresinde toplandığını haber aldım. 20 kadırgayla Turgut Reis’i keşfe gönderdim. Fakat Turgut’un getireceği malumatı beklemeye sabrım elvermedi. Ağrıboz’dan kalktım. Mora’nın güneyinden dolaştım. Ben Modon’a geldiğim zaman Haçlılar, Korfu açıklarında toplanmışlardı. Modon’dan kalktım. Mora kıyılarını güneyden kuzeye doğru çıkarak Arta Körfezi’ne girdim. Bu körfezciğin kuzeybatı ucunda, Preveze kalesi vardı. Körfezin medhali çok dardı. Preveze kalesindeki Türk toplarını susturmadan -ki bu çok zor bir işti – hiç bir düşman gemisi Arta Körfezi’ne giremezdi.

Başta İspanya, Venedik, Ceneviz, Papalık, Floransa, Malta donanmaları olmak üzere Kral Karlos’un toplayıp Andrea Doria’nın emrine verdiği donanma büyüklüğünde bir donanmayı ben hayatımda görüp işitmediğim gibi, tarih kitaplarında da okumadım. Düşmanın 600’den fazla gemisi vardı. Bunun 308’i harp teknesi olup, 120’si en büyük oturak gemilerdi. Donanmaya, kürek çeken on binlerce forsadan başka 60000 asker bindirilmişti. Bazı gemilerde 2000’in üzerinde asker vardı. Yüzer kale gibi derya üzerinde geziyorlardı, fakat hareketleri ağırdı. Benim 122 kadırgam vardı. Nakliye gemim yoktu, açık deniz muharebesinde yardımcı gemiye ihtiyaç da olmazdı. Forsalar dışında 20000 levendim ve topçum vardı. Bu suretle iki tarafın insan sayısı forsalarla beraber 120000 kişiyi buluyordu ki, bu kadar insanın derya yüzünde karşı karşıya gelmesi görülüp işitilmedikten başka, tasavvur dahi edilemezdi.

Reislerimi, kapdan-ı derya baştardama çağırdım. Hepsiyle müşavere ettim. Turgut gibi en cüretkarları, Salih gibi en zekileri bile, Haçlılar defolup gidinceye kadar körfezden çıkılmaması reyinde bulundular. Bu fikri kabul etmedim. Gerçi düşman bizden üç, belki dört defa üstündü. Ancak bu üstünlüğü donanmamızı en iyi şekilde sevk ve idare etmek suretiyle telafi etmek, hatta zafer kazanmak, ihtimal dışında görünmüyordu. Görülüp işitilmemiş büyüklükte bir müttefik donanmanın karşımıza çıkması benim için bir felaket değil, talihin bir lütfu idi. Esasen düşman karşısında sinip kıyılarımızı Haçlı donanmasına açık bırakamazdım. Böyle bir şey yaparsam yarın ne yüzle şevketlü hakanımızın huzuruna çıkabilirdim?

PREVEZE SAVAŞI
Turgut’un kumanda ettiği filoyu arkama alıp körfezden çıktım. Körfeze sindiğimi sanan Andrea Doria, böyle bir şey beklemediği için çok şaşırdı. Muharebe vaziyeti alabilmek için o gün cengi kabul etmedi. Kuzeybatıya doğru açıldı. Muharebe vaziyeti aldı. Ertesi sabah(*) tekrar karşı karşıya geldik. Cihan Hakanı’nın donanmasının orta kanadında, ortada ve başta yer almıştım. Baştardamda oğlum Hasan Reis ve manevi oğlum diğer Hasan Reis de bulunuyordu. İhtiyar Sinan Reis, Cafer Reis, Şaban Reis, orta kanattaki filoların başındaydılar. Sağ kanadın başında Çanakkaleli Salih Reis, sol kanatta büyük bir Alim ve şair olan Seydi-Ali Reis, arkada ihtiyat filosunun başında Turgut Reis bulunuyorlardı. Murad, Sadık ve Güzelce Mehmed Reisler, Turgut’un emrindeydiler.

(*) 28 Eylül 1538 cumartesi

Düşmanın birçok bakımdan üstünlüğüne karşı bizim de bazı üstünlüklerimiz vardı. En mühimmi, benim, donanmamın bütün fiolarına, hatta her kadırgaya hakim olmam, herhangi bir emrimin o anda en uzaktaki kadırgalar tarafından bile yerine getirilmesiydi. Düşmanda vaziyet bunun aksiydi. Doria, değil filolara, kanatlara bile hakim değildi. Esasen düşman donanması, birbirinin dilinden anlamayan, bir birini kıskanan çeşitli kavimlerin donanmalarından meydana gelmişti. Venedik büyükamirali Vincenti Capello ile Papa’nın donanmasının başında bulunan Marco Grimani, Doria’yı sevmezlerdi. Diğer üstün tarafımız, toplarımızdı. Top menzillerimiz, düşmanınkinden uzundu. Bunu bir an bile unutmayarak, donanmamı düşmandan öyle bir mesafede tuttum ki, bizim güllelerimiz kafir kadırgalarının seren direklerini kırarken, onların gülleleri, bizim kadırgaların birkaç arşın ötesinde denize düşüyor, kafir kaptanları hiddetlerinden kuduruyor, fakat bir şey yapamıyorlardı.

Öyle bir an geldi ki, Doria gülünç duruma düştüğünü anladı ve donanmasına bize iyice sokulmak emrini verdi. Fakat bu emir tatbıka başlandığı zaman iş işten geçmişti. Kafir donanmasının çoktan belini kırmıştık. Diğer bir üstünlüğümüz, teknelerimizin hafif ve yürük olmasındaydı. Düşman kadırgalarından daha hızlı ve yollu seyreden kadırgalarımız, kolayca menzile girip çıkabiliyor, kafir teknelerini istediği cihetten dövebiliyordu. Diğer bir üstünlüğümüz, leventlerimin çok hafif giyiminde ve silahlarının oldukça hafif olmasındaydı. Kafirlerin zırha bürünmüş şövalye ve silahşorları ellerini kaldırıncaya kadar, leventlerim onların haklarından geliyordu. Nihayet en büyük üstünlüğümüz, iman kuvvetimizde, Cihan Hakanı’nın tebaası oluşumuzdaydı.

«DORİA PERİŞAN OLDU»
Muharebe başlarken güney rüzgarı çok sert esiyor, kadırgalarımıza muhalif geliyordu. Kur’an-ı Kerim’den ayet-i kerimeler yazılı varakları derya yüzüne serptirip Cenab-ı Hakk’ın ben aciz kulundan bugüne kadar esirgemediği lütuf, merhamet ve inayetini niyaz ettim. Duam kabul buyuruldu. Rüzgar önce hafifledi, sonra cihet değiştirdi.

Söylediğim gibi, benim hareketimin adeta esiri olan, harekatını benim harekatıma göre değiştiren, teşebbüsü elden kaçıran Doria, perişan oldu. Filoları dağıldı. İş kıvamına gelmişti. İhtiyattaki Turgut’a, kafir gemilerinin ardına düşüp çevirmesi emrini verdim. Düşman iki ateş arasında kalınca Doria, ricat emrini verdi. Akşam karanlığı basmak üzereydi. Doria, bütün gemilerinin fener söndürmesini buyurdu. Bu emir, bir donanma için hem şerefsizlik, hem uğursuzluktu. Ancak karanlıktan faydalanan Doria, büyük donanmasının yarısını olsun elimizden kurtarıp kaçtı. Yalnız kaçan tekneler içinde güllemizin değmediği hemen hiç bir kadırga yoktu. Kral Karlos’un, Venedik Doçu ve Papa’nın yardımıyla karşımıza çıkarttığı donanmanın yarısı, deryanın dibini boyladı. Bu donanma güya Akdeniz’i elimizden alacak, birçok ülkelerimizi bizden koparacaktı. Hatta kafir hükümdarları, hangi Türk ülkesinin hangi hükümdara ait olacağını kararlaştırmışlar, hakanımızın ülkelerini hayallerinde paylaşmışlardı.

Muharebe 5 saat sürdü. Ancak birkaç kadırgamız battı. Turgut, bir müddet karanlıkta düşmanı takip edip birkaç yaralı kadırga daha ele geçirdi. Oğlum Hasan Bey’i, müjdeyi hakanımız Sultan Süleyman Han’a ulaştırmak üzere derhal yola çıkardım. Hasan, 17 günde hakanımıza erişti. Boğdan seferinden Edirne’ye dönen Süleyman Han’ı, Yanbolu konağında buldu. Huzura çıktı, el öptü. Sultanımız, Divan’ı fevkaladeden toplamıştı. Gönderdiğim zafer-name, Allah’a şükür makamında, ayakta okunup dinlendi. Sultan Süleyman Han, üzerinde güneşin batmadığı bütün ülkelerinde, zaferin şerefine şenlikler yapılmasını buyurdu.

Muzaffer Donanmay-ı Hümayün’u İstanbul’a getirdim. İstanbullular, büyük tezahürat yaptılar. Şehirde birkaç gün kalıp, hakanımıza erişmek üzere Edirne’ye gittim. Zaferin tafsilatını hususi mecliste, günlerce padişahımızla baş başa kalarak anlattım.

Ertesi yıl donanmanın başında gene sefere çıktım. Adriya Denizi’ne girdim. Oğulluğum Hasan Bey ve onun kaynatası olan Turgut Reis, Venedik’ten Nova kalesini fethettiler. Venedik baş eğdi. Sulh istedi. Birçok adasını, kalesini bize bıraktı. Büyük bir tazminat verdi. Sulh yapıldı.

Preveze’den sonra Karlos Kralı, Türkler’i açık denizde yeneceğinden ümit kesti. Cezayir’de bana beylerbeyi vekili olarak vekalet eden evlatlığım Hasan Bey’in elinden bu Kuzey Afrika ülkesini almaya hazırlandı. Hele Hasan Bey’in 30 kadırgayla Cebelitarık kalesini ele geçirmesi ve İspanya topraklarında köprübaşı tutması, İspanyollar’ı çılgına çevirmişti. Karlos Kral, ümitsizce olduğu kadar gülünç bir işe de girişti. Beni kandırıp devletime, hakanıma, dinime ve soyuma ihanet ettirmek istedi.

9. BÖLÜMÜN SONU


Benzer Yazılar



0 yorum:

Yorum Gönder