Sitemizi Facebook'ta Beğenmek İster misiniz?

23 Haziran 2011 Perşembe

Hatırat - 10. Bölüm


Gizliden bana gönderdiği namede, “Senin gibi Cezayir Kralı olan bir adamın Büyük Türk’ün alelade bir beylerbeyiliğine tenezzül etmesi züldür. Sultan Süleyman’ın hizmetinden ayrılırsan, seni Kızıldeniz’le Atlas Okyanusu arasındaki bütün Afrika kıtasının tek meşru hükümdarı sayacağım. Ayrıca benimle ittifak etmeni bile istemiyorum. Yalnız bizimle dost ol ve Osmanoğulları ile ilgini kes, o kadar.”

Bu maskaralığı derhal Divan-ı Hümayun’a bildirdim ve bir müddet önce beraberce İtalya seferine çıktığımız Vezir-i Azam Damat Lütfi Paşa’ya:
“Zinhar gaafil olmanız paşam, dedim; çünkü Karlos Kral, bu mezbuhane teşebbüsünün de netice vermediğini anlayınca mutlaka başka bir hınzırlık düşünecektir. Fikrim oldur ki, benim gaybubetimden faydalanıp Cezayir’e bir sefer aça!”

Lütfi Paşa bir an düşündü; sonra dedi ki:

KARLOS’UN İHANET TEKLİFİ
“Paşam, Kral Karlos’u benden iyi tanırsın. Bütün hayatın onunla mücadeleyle geçmiştir. Tedbir nedir, Cezayir nasıl muhafaza olunmak lazımdır, benden iyi bilirsin. Donanma da elindedir. Ancak tavsiyem budur ki, Kral Karlos’un ihanet teklifine hemen ret cevabı verme, oyalayabildiğin kadar oyala. Bakalım akıbet ne olsa gerek!”

Bunun üzerine Karlos’un benimle müzakereden mesul tuttuğu Andrea Doria’ya haber uçurttum. Müphem bir ifadeyle bildirdim ki, “kralının tekliflerini müzakereye hazırım. Ancak bu iş İstanbul’da olmaz, padişah haber alır. Elçilerini Cezayir’deki vekilim ve oğulluğum olan Hasan Bey’e göndersin.” Doria kafiri kim bilir devletime ihanet edeceğimi sanıp ne kadar sevinmiştir!

Hasan’a gereken buyrukları gizlice gönderdim. Karlos Kral’ın elçilerini oyalamasını, bu müddet içinde de ülkeyi büyük ölçüde bir çıkartmaya karşı hazırlamasını yazdım. Bir müddet sonra Karlos Kral’ın elçileri Cezayir’e geldi. Bunlar, Alonso dö Alarkon ve Kaptan Vergara adlı iki İspanyol kafiri ile Tabip Romeo adlı Türk tebaası bir Yahudi idi. Bir müddet müzakereden sonra Hasan, iki İspanyol kafirini Cezayir’den kovdu. Fakat Yahudi’yi Türk tebaası olduğu için tevkif ettirip İstanbul’a gönderdi. Yedikule’ye hapsettirdim. Karlos Kral’ın bu acı tecrübeden sonra artık boş hayallerle oyalanmaması gerekti. Fakat ne kadar olsa Frenk aklı, Türk aklına benzemez. Bu sefer de, sonradan Hasan’ın bana yazdığına göre, Hasan’a Cezayir Krallığı teklif etmiş. Hatta Hasan’ı ihanete teşvik etmek için Vahran Umumi Valisi Kont Alkodet’i vazifelendirmiş.

Alkodet’i tanırdım, gayetle mutaassıp bir İspanyol kafiri olmakla beraber, hakkaa ki yiğit bir ihtiyardı ve benim oğulluğum ve vekilim olan bu adamın bir krallık tacı için hakanına ve devletine ihanet etmeyeceğini bilirdi. Fakat adamcağız ne yapsın, emir büyük yerden geliyordu. Hasan’a, Kont’u ne şekilde oyalaması icap ettiğini yazdım ve bu hususta Vezir-i Azam Paşa ile mutabık kaldım. Hasan, Kont’a demiş ki:

“Benim Cezayir’i Sultan Süleyman’dan koparacak gücüm mü var sanırsınız ki, bana böyle teklifte bulunursuz? Elbet krallar arasına girmek isterim. Fakat böyle bir şey için bir tek adım attığım takdirde, Cezayir’deki Türk donanmasının binlerce levendi beni zincire vurup gemiye koyar. İstanbul’a yollarlar. Ancak kralınız Karlos, büyük bir ordu ve donanmayla Cezayir önüne gelirse, ben şehri müdafaa etmem ve buradaki Türk donanması da mahvolur. Şehri ele geçirdinizmi, bütün ülke sizin olur!”

Kont’un, Doria’nın ve koskoca İspanya Kralı’nın bu zokayı yutacağına doğrusu az ihtimal veriyordum. Fakat gördüm ki, benim ve oğulluğumun ihanet edebileceğini uman bu adamlar, Hasan’ın bu teklifini de ciddiye almak çılgınlığını yapmışlar. Hasan’a, Karlos’u Cezayir’de mümkün olduğu kadar hırpalamasını, sonradan Donanmay-ı Hümayun ile İstanbul’dan gelip bütün kafir gemilerini deryaya gömeceğimi yazdım. Hemen Cezayir’e gidemezdim. Çünkü Donanmay-ı Hümayun, Batı Akdeniz’de görününce Kral Karlos değil Cezayir önlerine gelmeye cesaret etmek, korkusundan en muhkem kalesi hangisiyse, ona sığınırdı. İşte Preveze zaferiyle Karlos’un Cezayir seferi arasında geçen üç yıldan fazla müddet, bu çeşit siyasi maskaralıklarla geçmiştir.

Hakanımız Sultan Süleyman Han, 9. sefer-i hümayunlarından İstanbul’a dönerlerken, Karlos Kral da, sahip olduğu Avrupa kıtasının yarısından topladığı kuvvetleri Cezayir’e çıkarmaya hazırlanıyordu. Cezayir’i alırsa, Kuzey Afrika’daki Türk hakimiyetinin temellerinden sarsılacağını biliyordu. Haçlı donanmasında 516 tekne vardı, 274’ü kadırga ve sair cenk teknesiydi. 65 dev galer bilhassa korkunç birer kale gibi derya üzerinde yüzüyordu. Haçlı teknelerine forsalar dışında 12330 denizci ve 23900 kara askeri, cem’an 36230 muharip bindirilmişti. Ayrıca yardımcı sınıflar da vardı. Bizzat Karlos Kral’ın kumandanlık ettiği bu seferin neticesinde Cezayir’in alınacağından şüphe bile edilmiyordu ve Avrupa’nın en tanınmış amiralleri, generalleri, asilzadeleri, krallarının yanında zafere katılabilmek için büyük arzu göstermişlerdi. İspanyol, Alman, İtalyan, Flaman, Maltız asilzadelerinin en büyükleri, Karlos Kral’ın yanındaydı.

KRAL KARLOS’UN MEKTUBU
Hasan Bey’in 600 Türk levendi ve 2000 Arap gönüllü atlısı vardı. Donanmasını, imha edilmemesi için, Cezayir önlerinden hareket ettirmeye mecbur olmuş, tabiatıyla leventlerin çoğu da teknelerine binip gitmişlerdi. Karlos Kral, Cezayir’e çıktığı gün(*) Hasan Bey’e Türkçe olarak şöyle bir name gönderdi:

“Bu gördüğün kuvvete karşı koymaya, değil senin, Gran Senyör’ün bile takatı yetmez. Gözün açık ve zerre kadar aklın varsa, kılıcını çıkar, başına mendil bağla, Cezayir kalesinin anahtarlarını bana getir. Huzurumda yer öpüp af dilersen, hayatını bağışlarım. Ben, İspanya’nın, Napoli’nin, Sicilya’nın, Hollanda’nın, Belçika’nın, Amerika’nın kralı, Almanya’nın imparatoruyum. Senin baban ve efendin olan Barbaros bile Tunus’ta benim önümden pabuçsuz kaçmıştır. Zinhar bana silah çekmek gibi bir çılgınlığa kapılmayasın. Yoksa İsa aşkına, senin her parçanı Cezayir burçlarının birine asarım.”

Oğulluğum Kara Hasan Bey, şöyle cevap verdi: “Kale ve ülke benim değildir ki, sana vereyim. Sultan Süleyman’ın ülkesini sana teslim edip dünya ve ahırette bednam olamam. Senden de zerre kadar pervam yoktur. Hayatın, babam Hayreddin Paşa’dan dayak yemekle geçmiştir. Yüce Allah elbette bana da zafer verecektir!”

(*) 20 Ekim 1541

Karlos, yel götürmez askeriyle kaleye taarruza geçti. Ancak daha ilk gün öyle bir mukavemet gördü ki, şaşırdı. Akşama doğru yorgun askerini çadırlara sokup, ertesi sabah taarruzunu yenilemek üzere çekildi. Ey mübarek gece! Ne olacaksa bu gece olacaktı. Ağam Oruç’un binlerce Anadolulu ve Rumelili yoldaşıyla şehit olup toprağına karıştığı Cezayir, bizde mi kalacaktı, kafirin eline mi düşecekti? Her şey bu gece belli olacaktı.

Kafirler, ertesi gün Cezayir’i alacakları fikriyle gemilerinden yüzlerce fıçı şarap getirdiler. İçip eğlendiler ve sızdılar. Cezayir kalesine sığınmış 600 leventten zerre kadar korkuları yoktu.

Hasan, casuslarını şövalye kılığına bürüyüp, düşman çadırlarına kadar sokmuştu. Bizim leventler içinde İspanyolca’yı ve başka kafir dillerini ana dili gibi konuşanlar çoktu. Hatta içlerinde on yıldan fazla İspanyol gemilerinde forsalık yapmış olanlar vardı. Bunlar vaziyeti hemen Hasan’a bildirdiler. Oğulluğum, anladı ki, birşeyler yapılabilirse, bu gece yapılacaktır. Yoksa yarın sabah, iş yaman olur. Leventlerini ve gönüllülerini dağ yolundan geçirtip kafir ordugahının arkasına düştü. Ay, bulutların ardına gizlenmişti. Gece kapkaranlıktı. Yağmur başladı ve gittikçe şiddetlendi ve testiden boşalır gibi yağmaya başladı. Nihayet hava fırtınaya çevirdi. Bütün bu alametler, Cenab-ı Hakk’ın, biz mücahit kullarının yanında olduğunu gösteriyordu. Leventlerim, düşmanın burnunun ucuna kadar gelmişti. Fakat düşmanın gözü yalnız gece karanlığından ve fırtınadan dolayı kapalı değildi. Gözlerine Allah tarafından gaflet perdesi de çekilmişti. Sarhoş köpekler gibi, çadırlarında sızmışlardı.

Nöbetçileri, fırtınanın şiddetinden nöbet yerlerini bırakıp şuraya buraya sığınmışlardı. Hey Ulu Allah! Nerelere kaadir değilsin! Bir avuç mücahit kulunu, Karlos kafirinin yel götürmez ordusuna ve deryayı kaplayan donanmasına karşı muzaffer eder misin? Bu da senin lütfuna bağlıdır.

«BÜYÜK TÜRK GELMİŞ»
Allah, cemal yüzünü göstermeye başladı. Semadan yumurta büyüklüğünde dolular yağıyordu. Çadırına sığınmayan tek kafir kalmamıştı. Derya cüş-u hurüşa gelmiş, kaynıyordu. Kafir donanmasında, teknelerini sulara gömdürmemek için büyük bir faaliyet başlamıştı.

Tam gece yarısı Hasan Bey, düşman ordugahını tarumar etmeye başladı. “İstanbul’dan Barbaros, belki Büyük Türk gelmiş!” diye feryat eden kafirlerden üç bini, leventlerin palaları altında can verdi. Kafirler sabaha kadar uyuyamadılar. Bitkin bir halde güneşin doğduğunu gördüler. Ancak yeni gelen gün, haklarında daha hayırlı akıbetler getirmiyordu. Kral Karlos, asabiyet, tereddüt ve korku içindeydi. Her an Donanmay-ı Hümayun ufukta görünür telaşındaydı. Ancak oğulluğum Kara Hasan Bey’in vaziyeti de iyi değildi. Cezayir halkı, birkaç yıl önce Tunus şehri halkının başına gelenleri hatırlıyor, Türkler’i teslime zorlamak istiyordu. Hangi taraf sebat gösterirse, o taraf kazanacaktı. Kral Karlos, bu sebatı gösteremedi. Gittikçe bozan hava, yabancı topraklarda bulunan kafirlere, Allah’ın bir gazabı gibi görünüyordu.

Karlos Kral, askerine, donanmaya dönmek ve Doria’ya, donanmayı harekete hazır tutmak emrini verdi. Düşmanın mevzilerinden çıkıp sahile yığınlaştığını ve teknelerine binmek için birbirini çiğnediğini gören Hasan, taarruza geçti. Kafirlerin çekildiğini görüp çılgınlar gibi sevinen Araplar da artık yüreklenmişler, binlercesi, ganimet aşkıyla gönüllü olarak leventlerin arasına karışmıştı. Kafir askeri, aç, susuz ve yorgundu. Karlos Kral’ın bile, ben deryanın hangi tarafından çıkarım, diye korktuğunu hisseden kafirlerin maneviyatı büsbütün bozulmuştu. Düşman, üzerinde bulunduğu araziyi de tanımıyor, birçok hata yapıyordu. Hasan, fırsatı tam zamanında yakaladı. Düşman armadasının yarısından fazlası fırtınadan karaya oturmuştu. Leventler, kafirleri teker teker bağlamaya yetişemeyip, birbirlerine bağlayıp Cezayir’e sevk ediyorlardı. Üstelik Karlos Kral’ın bıraktığı bütün topları, cephaneyi ve mühimmatı da onlara taşıttılar.

Bu suretle 20000 kafir ya fırtınada boğuldu, ya leventlerin kılıcı altında can verdi, veya esir düştü. Düşman armadasında 4000 safkan süvari atı vardı. Bunların boğulmayanları, erzakları kaybolan kafirler tarafından kesilip yenildi. Binlerce akçaya alınamaz çok güzel hayvanlardı. Topların hepsi leventlerin eline geçti. Dehşet içinde kalan düşman, kitle halinde gelip teslim oluyordu. Düşmanın barutu ve silahları ıslanmış, ateş almıyordu. Zırhlı İspanyol kafirleri, yağmurdan batak olan arazide gömülüp kalıyor, adım atamıyorlardı. Cezayir sahilleri, binlerce arşın boyu, gözün alabildiğine kafir cesetleri, hayvan leşleri, parçalanmış gemi enkazı ile doluydu. Haçlılar, en küçük ağırlıklarını bile gemilerine bindiremediler. Hepsi leventlerin eline geçti. Cezayir şehri, bu ganimetten bir kat daha zenginleşti. Generaller, amiraller, dukalar, prensler, kontlar, şövalyeler ve Cezayir’in fethini görmek için gelen Avrupa saraylarının en asil kadın ve kızları, esir düştü. Doria ile Kortez, güçlükle canlarını kurtardılar. Bu Kortez denen zalim, Yeni Dünya’da yüz binlerce insanı ateşte kızartan gayretle melun bir kafirdi. Cezayir’i Yeni Dünya sanıp buraya da musallat olmak istemişti. Vay bir Müslüman ülkesi bu zalimlerin eline geçseydi ne olurdu? Misalini birkaç yıl önce Tunus’ta vermişlerdi.

ATINI YİYEN KRAL!
Doria, Hasan Bey’in leventlerinin üzerine kadırgalardan gülle yağdırıyor, fakat bu, leventleri daha fazla kızdırmaktan başka bir işe yaramıyordu. Haçlı kadırgalarındaki binlerce Müslüman forsa boğuldu. Ancak 1800’ü, Hasan Bey’in gayretleri neticesinde derya yüzünden toplanıp kurtarıldı. Bizzat Doria’nın bindiği baştarda battı ve Cenevizli kafir, canını başka bir kadırgaya atarak halas etti.

Haçlılar’ın vaziyeti, kelimelerle anlatılamayacak derecede kötüydü. Bizzat Karlos Kral, ki Avrupa’nın yarısına sahipti, değerine paha biçilemez atını kestirip afiyetle yedi. Cezayir’den kaçarken, başındaki tacı fırlatıp deryaya attı. Hakanımız Sultan Süleyman Han’a özenip ordusunun başına geçmek istemişti. Fakat hakanımız gibi asker olarak yetişmiş bir hükümdar değildi. Ömründe tek başına bir orduya kumandanlık etmemişti. Askerlik ve derya ilimlerinin külli cahiliydi. Karlos Kral, az daha esir düşüyordu. Ancak kendisini koruyan Malta şövalyeleri sayesinde ve Hasan Bey’in askerinin az olması yüzünden kurtulup kaçtı.

Haçlı armada, ancak 13 gün Cezayir’in bereketli topraklarında kaldı ve mahvolması için 3 gün kafi geldi. İspanya ve İtalya limanları, Türk kılıç artıkları olan perişan Haçlılar’la dolup taştıkça, bütün Avrupa teessüründen kan ağladı.

Oğulluğum Hasan Bey’e bu büyük zaferinden sonra «Gazi» ünvanı verildi. Zaferden az sonra Cezayir’e geldim. Karlos Kral’ın bu kadar erken geleceğini tahmin etmediğim için gecikmiştim. Muharebe sahalarını gezdim. Hasan’ın rütbesi bahriye sancakbeyi idi. Hakanımızın değil, Vezir-i Azam’ın değil, bir vezirin, hatta bir beylerbeyinin değil, bir sancakbeyinin, Avrupa’nın asırlardan beri görmediği en büyük hükümdarı perişan etmesi, bütün tarihte çok tesadüf edilen vakalardan değildir. Bu Karlos Kral, Fransa Kralı Fransuva gibi büyük bir kafir hükümdarını, birkaç saatlik bir muharebeden sonra esir almış bir hükümdardı.

Sonradan oğulluğum Hasan, Cezayir önlerinde batan kafir kadırgalarından 150 top çıkardı. Deryadan çıkarılan bu toplar onarılıp Cezayir’e getirildi. O kadar fazla esir alınmıştı ki, bunların bir kısmı hediye kabilinden şuna buna dağıtıldı. Esir pazarlarındaki fiyatlar büyük ölçüde düştü. Hasan, şevketlü hakanımıza ve bana yollayacağı hediyeleri, 30 kadırgaya doldurup İstanbul’a gönderdi. Cezayir’den hareketten 21 gün sonra 30 kadırga, İstanbul’a geldi. Birçok Frenk kralını hasedinden çatlatacak bir donanma idi. İstanbul halkı şenlik yaptı. Kadırgaların başında Deli Mehmed Reis vardı.

Mehmed Reis, önce beni ziyaret etti. Elimi öptü. Hatırını sordum. Oğulluğum Hasan’ın namesini verdi. Okudum. Mesrur oldum. Mehmed Reis’in önüne düştüm. Cihan saltanatının eşiği olan Saray-ı Hümayun’a geldim. Ardımızdan 30 kaptan ve bir sürü levent geliyor, leventler, hakanımıza sunulacak hediyeleri taşıyorlardı. Hepsi altın sırmalara boğulmuştu.

«TERSANE-İ HÜMAYUN’DA ON BİNLERCE İŞÇİ ÇALIŞIYORDU»
Sultan Süleyman Han, benimle beraber yalnız Mehmed Reis’i ve kaptanların ileri gelenlerinden dört, beşini huzuruna kabul buyurdu. Diğerleri dışarıda beklediler. Hasan Bey’in namesini hakanımıza verdim. Usul harici olarak bizzat açıp okudular. Yüzleri aydınlandı. Kaptanlara 200 altın, leventlere 100 altın, huzura girenlere hıl’atler verilmesini buyurdu. Hasan’ın forsa olarak gönderdiği 1000 kafir bilhassa makbule geçti. Hasan’a beylerbeyilik ve paşalık payesi verdi ki, hayatımda oğulluğumun bu saadetini görünce gözlerim yaşardı. Çünkü benim de rütbem beylerbeyi idi.

Cezayirli leventlerin bir kısmı ilk defa İstanbul’a geliyorlardı. Çoğu Anadolu’nun küçük karyelerinden Cezayir’e gitmiş çocuklardı. Büyük şehirlerden olan azdı. İstanbul’u görünce şaşırdılar. Boğaziçi’ni ve Hisarlar’ı gezdiler. Tersane-i Hümayun’da on binlerce kişinin yüze yakın gemiyi inşa etmek için karınca gibi kaynaştıklarını görünce, hayretlerinden dilleri tutuldu. Bu derece kudretli bir devletin tebaası oldukları için Allah’a şükürler ettiler. Leventlere çok iyi baktım. Yemeklerinden börek ve baklavayı eksik etmedim. Kaptanlar, İstanbul’un konuksever zenginlerinin konaklarında paşalar gibi ağırlandı. Anadolu’dan levent yazılmak için bir sürü genç gelmişti. Bunlardan denizcilik bilen 300’ünü Cezayir’e gönderdim. Diğerlerini, denizcilik öğrenmeleri için Tersane’de alakoydum. 5 parça kadırgayı ağızlarına kadar cephane ve gemi malzemesiyle doldurup Cezayir’e götürmek üzere Deli Mehmed’e teslim ettim.

Mehmed Reis, 35 pare tekneyle İstanbul’dan ayrıldı. Sultan Süleyman Han Hazretleri, seyir için Sarayburnu’na inmişlerdi. Kadırgalar, bütün toplarını ateşleyerek Cihan Hakanı’nı selamladılar. 17. günde Cezayir’e vardılar.

Hakanımız birkaç gün sonra Hasan Paşa’ya 5 kadırga daha gönderdi. Şahsı için de mücevherli kılıç, kavuğuna takması için zafer çelengi, mücevherli saat, tek taşlı yüzük, sancak ve hıl’at yolladı. Bu suretle oğulluğum, resmen “Gazi Kara Hasan Paşa” oldu. Hasan, bana hediye olarak 500 esir göndermişti. Bu kadar adamı ne yapacaktım? Hepsini devlete hibe ettim.

Diğer taraftan Karlos Kral’ın aylarca kiliseden çıkmadığı haberi geldi. Hatta kederinden öldüğü bile şayi oldu.
Hatıralarıma burada son veriyorum. Bana dinime, devletime ve hakanıma acizane hizmet etmek için birçok fırsat veren Yüce Allah’a şükürler ederek sözümü bitiriyorum(*).

- SON -

(*) Barbaros Hayreddin Paşa bundan sonra 1543 – 44 Fransa seferine çıkmıştır ki, hatıralarda bu bahis yoktur. 4 Temmuz 1546’da 74 yaşlarında İstanbul’da ölmüştür. Beşiktaş’taki türbesi, yüzyıllar boyunca, Türk Donanması’nın her seferine hareketinde yüzlerce topla selamlanmıştır. Bugün de her yıl Preveze’nin yıl dönümü gününde milli ve askeri tören yapılmaktadır. Hamidiye kahramanı Rauf Orbay’ın bile: «Şüphe yok ki ben, Barbaros’un dümen neferi olamam» demesi, Türk milletinin büyük denizciye karşı duyduğu hislerin derecesini gösterir. Hayat Tarih Mecmuası, GAZAVAT-I HAYREDDİN PAŞA’yı geniş okuyucu kitlesine bugünün diliyle sunduğu için bahtiyardır. Eserin ilmi bir edisyonunu yapmak, tarihçilerimize düşen ve tez zamanda başarılması icap eden bir iştir. Arapça’ya, Macarca’ya, İtalyanca’ya, İspanyolca’ya ve Fransızca’ya çevrilen bu eserin Türkçe metninin günümüze kadar basılmamış olması, hayret ve teessürle kaydedilecek bir şeydir.

Kaynak : Hayat Tarih Mecmuası (1965)


Benzer Yazılar



0 yorum:

Yorum Gönder